Cevdet Erek / çepeçerçeve / Galeri Nev / Kasım 2023

Dinleyen bir anne, bağırışların yükseldiği stadyum tribünleri, zamanı ölçen cetveller ve derisiz çalınan defler. Cevdet Erek’in “çepeçerçeve” sergisinde; çaldığımız, dinlediğimiz ve dinlendiğimiz bir mekân içerisinde, bu nesnelerin arasında gezintiye çıkıyoruz. Belirsiz bir zaman çerçevesinde; ritim, ses ve hareket ile çevreleniyoruz.

Serginin girişinde bizi “dört çubuk” karşılıyor, Farsça anlamı ile bir “çerçeve”. İçeriye doğru daralan katmanlardan oluşan bu çerçevenin bir köşesi altın varak kaplamalı. Belki de içine girmek üzere olduğumuz alandaki konumumuza işaret ediyor.

Tam karşıda gözümüze ilk çarpan, karanlık duvarların ortasında, havada süzülen dairesel bir obje. Yaklaştıkça tanıdık gelmeye başlıyor bu dünya-dışı görüntü. Dokunabildiğimiz, döndürüp sallayabildiğimiz, ses çıkarabildiğimiz, aslında onunla ne yapacağını biliyor olduğumuz bir nesne. Ellerimizi iki tarafına yerleştirmek ve sallamak ne kadar dürtüsel ise, birbirine çarpan metal halkalardan yayılan seslerin üzerimizdeki etkisi de bir o kadar da doğal hissettiriyor. Ses perdesi olmayan, tekrar eden, dolduran bir ses. Dışında olduğumuz gibi içine de girebildiğimiz, çevrelenebildiğimiz bir nesneden yayılıyor. Tavandan asılı objeyi bıraktığımızda, sesin azalarak yok olması gibi, def de hareketi kısıtlanarak duruyor, bizim durduğumuz yerde, tam olarak bizim bıraktığımız açıda. Böylece bir performans başlıyor serginin içerisinde; sesi olan bu eserler arasında gezinirken, dokunur ve çalarken bir sahneye dönüşüyor mekân.

Mekânın farklı noktalarına yerleştirilmiş defler arasında, rahatça etkileşebildiğimiz iki dairesel defin ardından, karşımıza dümdüz bir alternatifi çıkıyor, afallıyoruz önce. Linear bir alet bu, neresinden tutmalı, dokunmalı? Bir tarafından sallarsak diğer taraftan nasıl bir ses çıkacak? Bu çizgi boyunca o sesin hareketi nasıl olacak? Defin üzerindeki halkalar da bir kademe daha meydan okurcasına eşit değil, anlaşılması güç belki de imkânsız bir koreografi ile tasarlanmış, aslında tıpkı zaman gibi. Linear olduğuna inandığımız, başından sonunu takip edebildiğimizi sandığımız bir zaman çizelgesinde neresine dokunursak orası farklı, ne taraftan girersek karşı tarafından, ne tarafa dokunmamaya özen gösterirsek o taraftan çarpan. Oysaki ne kadar rahattık döngüsel zamanı kucaklarken…

Biz zamanın farklı tasvirlerini; onlara çekinceli, meraklı, kucaklayan ya da dolambaçlı şekillerde yaklaşarak ürettiğimiz akışkan sesler ile dinlerken, mekânın tam ortasında olmasına rağmen bizi usulca dinleyen bir anne var. Yüzünde belli belirsiz, memnun bir gülümseme ile nefes alıyor, başını sallıyor. Kulağındaki kulaklıklar ilk bakışta dış dünya ile iletişimini kesmiş gibi, oysaki o dışarıdaki sesleri duyuyor, topluyor, bizim ürettiğimiz sesleri ve kısıtlı bir biçimde dans ediyor, sanki bizim zamanımızda, bizim sahnemizden gelen müziğe eşlik ediyor.

Zaman ile, anne ile kurduğumuz bu oldukça bireysel ilişki devam ederken, birtakım tezahüratlar yükseliyor yerden. Mono, (mono), MONO! Korku dolu bir odadan da olabilir bu sesler, bir atışmadan da ama bu mekân-zaman senaryosunda bir stadyumdan yükseliyorlar. Ayaklarımızın altında bu stadyum, sanki üzerine bassak yıkılırmış gibi. Kulak tırmalıyor, huzursuz ediyor, ama bir yandan da çekiyor mono bizi, bir anda düşüverebilirmişiz gibi içine. Sonsuz bir döngüde mono fısıltıyla çığlık atarken hemen yanında dokunmadığımız sürece sessiz bir stadyum var. Halkalarla bezeli, bir stadyum def bu. Dokunmak, onu harekete geçirmek, zaman döngüsünün içerisine almak bir yandan korkutucu, en fazla en dıştaki halkalara dokunuyor, yanından geçip gidiyoruz.

Derken ne döngüsel ne yatay zaman algımıza uyan, bir taraftan duvara sabit, bir yandan da bir o kadar rahatsız duran bir başka çizgi def. Bu bir resim çerçevesi aslında, geçmişten günümüze zamanı penetre eder gibi gelen dimdik bir cetvel.

Bu dik def ile uğraşırken, tam arkamızda gerçekten bir cetvel var. İçinde bulunduğumuz zamanın bir aynası, bir tarafı 2023’ten geri gelirken, bir tarafı da ileri gidiyor. Nerede başlıyor, nerede bitiyor? Zaman bitebilir mi ya da geriye akabilir mi? Geriye akarken, zaman bir noktada anlamsızlaşıyor; bizim anlamlandırabildiğimiz kavramsal çerçevelerin dışına çıkıyor. Devrim öncesine taşıyor bizi. Defin halkalarının yatıştırması, annenin dinlemesi, tüm o birey oluşumuzdan çıkıp didaktik bir nesneye bakıyoruz bir anda. Deneyimlediğimiz zaman gözümüzün önünde, kocaman parçaları ile. Biz belki de saniyelere, dakikalara takılmışken, yıllar karşımızda. Bir kulaç mesafemizden kısa bir alana tıkışmış, bir kısmını anlayamıyoruz üstelik.

Erek’in kendi deyimiyle, bu sergide her şey bir melez; her eser en az iki şeyin, nesnenin, kavramın füzyonu. Ne kadar ses çıkartırsanız, o kadar farklı zamanı ürettiğiniz, dinlediğiniz, duyulduğunuz bir sahne. Performans aletleriniz, ne kadar içine girerseniz size o kadar gerçek.

Yazı: Zeynep Ayta